|
Av. Tunç Demircan İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü
Tıbbi
müdahalelerde, birbiri ile çatışma durumunda bulunan iki
ilke karşı karşıya gelmektedir. Bunlar; hekimin tedavi ödevi ve
hastanın kendisi hakkında karar verme hakkıdır. Anayasamızın 17.
maddesi kişinin temel hakları içerisinde, herkesin, yaşama,
maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkını düzenlemektedir.
Yaşama hakkı, bireyin kendisi hakkında karar verme hakkını da
içermektedir. Böylece kişinin, vücut bütünlüğü
üzerinde gerçekleştirilecek tedavi amaçlı
ameliyeler için karar verebilme hakkı da kabul edilmiş olacak
ve hekimler tarafından gerçekleştirilecek operasyonların
hukuka uygun kılınması sağlanacaktır.(1)
Türk
hukukunda hastanın rızasının aranması zorunluluğunu getiren başkaca
düzenlemeler de bulunmaktadır. Tababet ve Şuabatı Sanatlarının
Tarzı İcrası Hakkında Kanun (m.70) bu koşulu kesin olarak
öngörmektedir. Öte yandan Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi
de (m.14/2), hekime “...hastanın maneviyatı üzerinde fena
tesir yapmak suretiyle hastalığın artması ihtimali bulunmadığı
taktirde, teşhise göre alınması gereken tedbirlerin açıkça
söylenmesi” ödevini yüklemiştir.
Bunların
yanı sıra, 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması
ve Nakli Hakkında Kanun’un 7. maddesinde ise, organ ve doku
alacak hekimlerin, vericiye, organ ve doku alınmasının yaratabileceği
tehlikeler ile, bunun tıbbi, psikolojik, ailevi ve sosyal sonuçları
hakkında ayrıntılı bilgi vermekle yükümlü oldukları
belirtilmiş ve böylece, ancak aydınlatılmış rıza ile kendisinden
organ alınabilmesine izin verilmiştir.
Konuya
hukuk uygulaması açısından bakıldığında, Yargıtay 4. Hukuk
Dairesi daha 07.03.1977 tarihinde verdiği 1976/6297E., 1977/2541K.
Sayılı kararında, tıbbi müdahalenin hukuka uygunluğu bakımından,
“hekimin hastayı aydınlatma ödevi” ile “hastanın
aydınlatılmış rızası”nın varlığını ve unsurlarını ayrıntılı
olarak açıklamıştır.(YKD, C.IV, Sayı:6, Haziran 1978, s.905
vd)
Aydınlatma
ve rıza ile ilgili son düzenlemeye ise 01.08.1998 tarihli resmi
gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulan Hasta Hakları
Yönetmeliğinde rastlanmaktadır. Yönetmeliğin “Sağlık
Durumu İle İlgili Bilgi Alma Hakkı - Genel Olarak Bilgi İsteme”
başlığını taşıyan 15. maddesinde “Hasta; sağlık durumunu,
kendisine uygulanacak tıbbi işlemleri, bunların faydaları ve muhtemel
sakıncaları, alternatif tıbbi müdahale usülleri, tedavinin
kabul edilmemesi halinde ortaya çıkabilecek muhtemel sonuçları
ve hastalığın seyri ve neticeleri konusunda sözlü veya
yazılı olarak bilgi istemek hakkına sahiptir.” denilmekte,
aydınlatmanın usulü ve kapsamının sınırları çizilmektedir.
Ancak sözkonusu bu yönetmelik düzenlenirken, gerek
uluslararası belgelerde, gerek literatürde ve gerekse yargı
kararlarında genel olarak kabul edilen aydınlatma ödevi, bilgi
isteme hakkına dönüştürülmüştür.
Konunun ifade edilişindeki bu farklılık, sorumluluğun tespiti
noktasında önem taşımaktadır. Zira konuya aydınlatma ödevi
olarak bakıldığında, hekimlerin (tıp uygulayıcılarının) aydınlatmadan
sorumlu olduğu ve aksine davranışın kusur oluşturduğu kabul
edilirken, konu bilgi isteme hakkı olarak formüle edildiğinde
ise hasta tarafından bilgi talep edilmediği durumlarda aydınlatmanın
yapılmayacağı anlamı çıkmaktadır. Oysa aydınlatma, hasta
tarafından verilecek rızanın ön şartıdır. Bu durumda hastanın
bu konuda bir talebi beklenmemeli ve uygulanacak tıbbi ameliyeye
ilişkin aydınlatma gerçekleştirilmelidir.
Tüm
bu mevzuat değerlendirildiğinde ve özetle belirtilmelidir ki;
tıbbi müdahalelerin hukuka aykırılığının engellenebilmesi,
hastanın rızasının alınması ile mümkün olacaktır. Sözkonusu
bu rızanın geçerliliği ise bazı koşullara bağlıdır:(2)
Rıza,
tıbbi müdahaleye yönelik olarak açıklanmış
olmalıdır,
Rıza,
tıbbi müdahalenin gerçekleştirilmesinden önce veya
en geç gerçekleştirildiği sırada açıklanmış ve
geri alınmamış olmalıdır,
Rızayı
açıklayan temyiz kudretine (ayırtım gücüne) sahip
olmalıdır,
Hasta,
hekim tarafından aydınlatılmış olmalıdır,
Rıza,
öngörülen şekilde açıklanmış olmalıdır,
Rıza
serbestçe açıklanmış olmalıdır,
Rıza,
hukuka ve ahlaka aykırı olmamalıdır
Görüldüğü
üzere tıbbi müdahaleyi hukuka uygun kılacak rıza beyanının
geçerli olabilmesi için hastanın yeterli ölçüde
aydınlatılması gerekmektedir. Bir tanım vermek gerekirse aydınlatma;
resmi ehliyetli kişilerden hekimin, hastasına, gerçekleştirilmesi
planlanan tıbbi müdahalenin türü, biçimi,
ivediliği, içeriği, yan etkileri ve rizikolarının yanısıra;
böyle bir tıbbi müdahale gerçekleşmediği taktirde,
ortaya çıkması muhtemel olumsuz bir takım sonuçları
anlatarak, onu, tıbbi müdahale hakkında serbestçe karar
verebilecek bir duruma getirecek bilgilerle donatmasıdır.(2)
Bu
noktada aydınlatmanın kapsamı iki farklı görüş
çatışmaktadır. Birinci görüşe göre hastaya
durumu, ne kadar ümitsiz, ameliyatın sonuçları ne kadar
tehlikeli olursa olsun bildirilmelidir. Hasta kendi vücudu
üzerinde herkesten önce, bu arada hekimlerden önce
karar verecek durumdadır. Bu onun bir mutlak hak niteliğindeki
şahsiyet haklarının sonucudur. İkinci görüş daha çok
hekimlerce savunulmaktadır. Hastaya herşeyin açıklanması,
-örneğin onun kanser olduğunun bildirilmesi- moral yönden
kendisini çökertir ve bu açıklama dahi tek başına
zarara neden olabilir.(3)
Konu
uygulamada tartışılmış ve mahkemeler her iki görüşü de
destekleyen kararlar vermiştir. Yargıtay bir kararında; “hasta
tehlikelere karşı kendisi karar verebilir. Tıbbi müdahaleler ve
hekimin girişeceği diğer eylemler kişinin sağlığını ve, vücut
bütünlüğünü ilgilendirdiği için,
bunların gerçekleştirilmesine karar verme yetkisi hekime
değil, müdahaleye maruz kalacak kişiye, hastaya aittir.”
(4. Hukuk Dairesi, 07.03.1977, E.976/6297, K.2541) derken, diğer bir
kararında; “davalıya yöneltilen kusur ameliyatın
küçümsenerek muhtemel sonuçların davacıya
anlatılmamış olmasıdır. Davalının bu yolda hareket etmesinin
hastanın maneviyatını kuvvetlendirmek bakımından faydalar sağlayacağı
genel olarak kabul edilmektedir.” (4. Hukuk Dairesi,
E.964/6458, K.4925) diyerek iki görüşü de
benimsediğini ortaya koymaktadır.
Bu
konuda birinci görüşe katılmakla beraber, yapılacak
aydınlatmada seçilecek usulün önemli olduğuna
inanıyoruz. Hekim, karşısındaki hastanın tıbbi özelliklerini de
göz önünde bulundurmak suretiyle, gerekirse hastanın
yakınlarından ya da psikolojik bir danışmandan yardım almak sureti
ile gerekli bilgilendirmeyi yapmalıdır.
Bundan
başka hekim, hastasına gerçeği söylemeli, ancak bunu
yaparken onu korkutmamalıdır. Zira gerçekleştirilmesi
planlanan tıbbi müdahalenin beraberinde getirebileceği olağan,
tipik yan etki ve rizikolar, hekim tarafından sakinleştirici bir
biçimde değil de, abartılarak ve korkutucu bir biçimde
anlatılacak olursa, hasta, yapılması zorunlu olan tıbbi müdahaleye
rızasını açıklamaktan kaçınabilecektir.(4) Bu açıdan,
hekim, hastanın psikolojik durumunu, onun tıbbi müdahaleler
karşısındaki muhtemel tutumunu da dikkate alarak, ya tam bir
aydınlatmada bulunacak ya da onu, tıbbi müdahalenin
gerçekleştirilmesinden vazgeçirmemek için, dar
kapsamlı, fakat gerçek bilgiler vermekle yetinebilecektir.(4)
Hastayı
aydınlatacak kişi gayet tabiiki hekimin kendisidir. Bu, aydınlatmanın
hukuken aranılan bir ödev olmasının da doğal sonucudur. Eğer
aydınlatma ödevi bir başka hekime bırakılmışsa, Borçlar
Kanunu’nun 100. maddesi gereği bu hekim, tedaviyi
gerçekleştirecek hekimin yardımcısı durumundadır.
Aydınlatılacak
kişi ise hastanın bizatihi kendisidir. Ancak hastanın temyiz
kudretinden yoksun olması halinde, kimden izin alınacağı Hasta
Hakları Yönetmeliğinde gösterilmektedir. Buna göre;
“Sağlık durumu ile ilgili gereken bilgiyi, bizzat hasta veya
hastanın küçük, temyiz kudretinden yoksun veya
kısıtlı olması halinde velisi veya vasisi isteyebilir. Hasta, sağlık
durumu hakkında bilgi almak üzere bir başkasına da yetki
verebilir. Gerek görülen hallerde yetkinin
belgelendirilmesi istenilebilir.”(md.15) Bunun yanında,
küçük ve mahcurun dinlenmesi suretiyle imkan
ölçüsünde tıbbi müdahaleye iştirakinin
sağlanması hususu da Yönetmeliğin 26. maddesinde düzenlenmiştir.
Esasen
hukukumuzda aydınlatmanın şekline ilişkin bir düzenleme
bulunmamaktadır. Ancak aydınlatmanın sözlü olarak ve
hastanın soruduğu soruların cevaplandığı, üzerinde düşüneceği
yeterli sürenin tanındığı bir süreç şeklinde
anlaşılması ve uygulanması doğru olacaktır. Aydınlatmanın yazılı
olması ise ispat açısından önem taşımaktadır. Bu konuda
uygulamada, “Bana yapılacak tıbbi müdahalenin tüm
şartları ve muhtemel komplikasyonları hakkında yeterince
aydınlatıldım ve rıza gösteriyorum” tarzında bazı form
ya da belgelerin imzalatıldığı görülmektedir. Tababet ve
Şuabatı Sanatları Kanunun'un 70. ve Hastaneler Talimatnamesinin
103.maddesinde ' büyük ameliyei cerrahiler için'
yazılı rıza koşulu aranması hekimleri bu yola itmektedir. Ancak bu
tür belgelerin hukuken hiç bir değeri bulunmamaktadır.
Zira yukarıda da belirtildiği üzere, hasta kendisine uygulanacak
tıbbi ameliyeyi, bunu uygulayacak kişiyi, bu ameliyenin
özelliklerini, sonuçlarını, alternatif tedavi
yöntemlerini bilecek ve bu şekilde rıza gösterecektir ki,
geçerli olsun. Dolayısıyla bankaların düzenlediği
ibranamelere benzeyen bu belgelerin tıbbi alanda hukuken geçerli
olması mümkün değildir.
Aydınlatma
ödevi ile ilgili önemli başka bir konu da ispat külfetidir.
Bilindiği üzere hasta ile hekim arasındaki ilişki hukuken bir
sözleşme ilişkisidir. Bu sözleşmenin ise vekalet sözleşmesi
olduğu, gerek literatürde gerekse uygulamada genel kabul
görmektedir.(5) Bu durumda sözleşmeye dayalı bir borç
olan aydınlatma ödevini yerine getirip getirmediğini,
getirmediği iddia ediliyorsa bu konuda kusursuz olduğunu ispat
mükellefiyeti hekime aittir. (Borçlar Kanunu md.96) Konu
mahkeme kararlarına da yansımış ve aydınlatma ödevine uyulduğunu
ispat külfetinin hekime ait olduğu tartışmasız bir biçimde
kabul edilmiştir. Nitekim Yargıtay bir kararında; “....olayımızda
davalı doktor, aydınlatma görevini yerine getirdiğini, bütün
veri ve sonuçları tıp bilimine uygun olarak, davacının
anlayacağı biçimde bildirdiğini iddia ve ispat edemediğine
göre.....” demek sureti ile, ispat yükümlülüğünün
hekim tarafında olduğunu belirtmiştir.
Son
olarak üzerinde durulması gerekli bir konu ise aydınlatmanın hiç
ya da eksik yapılması durumunda bunu yaptırımının ne olacağıdır. Bu
konuda iki görüş bulunmaktadır. Birinci görüş;
aydınlatmayı bir hukuki mükellefiyet ya da ödev değil, bir
hukuki külfet olarak kabul etmektedir. Hukuki külfet, kanun
tarafından kendisine yüklenen bazı davranış ödevlerini
yerine getirmeyen kişinin (hekimin) haklarını tamamen veya
kısmen kaybetmesi, kısaca, kendi yararına olması muhtemel avantajlı
bir hukuki durumu elde edememesi, ondan yoksun kalmasını ifade
etmektedir. Fakat karşı taraf (hasta) sözkonusu davranışa
ilişkin olarak alacaklı sıfatını kazanmamakta; hukuki külfetin
aynen ifası veya ona uyulmaması nedeniyle tazminat talepleri de
kendisine (hastaya) tanınmamaktadır.(2) Yani kısacası,
aydınlatmayı yerine getirmeyen hekime karşı sırf bu sebeple bir kusur
yükleyip tazminat talebinde bulunmak sözkonusu değildir.
Ancak aydınlatmayı yapmayan hekim, tedavi sonrası çıkabilecek
bir takım komplikasyon ya da olumsuz sonuçlardan, kendisini
“ben bu konuda gerekli açıklamayı ve aydınlatmayı
yapmıştım” diyerek kurtaramayacaktır.
Diğer
görüş ise, tıbbi eylemlerde bulunması gereken rızanın
alınmaması veya aydınlatılmadan alınması ya da kapsamının aşılması
durumunda hekimin eyleminin hukuka aykırı olacağı yönündedir.(3)
Hekimin hukukun yüklediği davranış kuralına uymamakla gösterdiği
irade eksikliği, insanın yaşam ve sağlığı ile ilgili kişilik hakkına
haksız bir el almanın olması ve nihayet hastanın serbest karar verme
hakkının ortadan kaldırılması nedenleri ile, yapılan tıbbi el atma ve
yardım tıp kurallarına uygun olsa bile bir zarardan söz
edilebilecektir.(6) Hastanın rızası olmadan veya aydınlatılmadan
yapılacak tıbbi el atmalar, söz konusu kişinin yaşam ve
sağlığına hukuka aykırı bir el atma niteliğinde olduğundan ve bu
nedenle kişilik hakkı ihlal edildiğinden manevi zararın varlığı
tartışılmaz olacaktır.(7) Rızasız veya aydınlatılmamış rızayla
yapılan el atmalarda tazminat sorumluluğu uygulamada da kabul
görmekte ve mahkeme kararlarına yansımaktadır.
Kaynaklar :
Özsunay,
E., Alman ve Türk Hukuklarında Hekimin Hastayı Aydınlatma Ödevi
ve İstisnaları, Sorumluluk Hukukunda Yeni Gelişmeler Sempozyumu,
İstanbul, 1983, s.31-59
Çilingiroğlu,
C., Tıbbi Müdahaleye Rıza, İstanbul, 1993
Reisoğlu,
S., Hekimlerin Hukuki Sorumluluğu, Sorumluluk Hukukunda Yeni
Gelişmeler Sempozyumu, İstanbul, 1983, s.1-18
Dural,
M., Türk Medeni Hukukunda Gerçek Kişiler, 3. Bası,
İstanbul, 1987, s.122
Şenocak,
Z., Özel Hukukta Hekimin Sorumluluğu, Ankara,1998, s. 18
Sarıal,
M. E., Sağlararası Organ Nakillerinden Doğan Hukuksal İlişkiler,
Ankara, 1986, s. 71
Aşcıoğlu,
Ç., Tıbbi Yardım ve El Atmalardan Doğan Sorumluluklar,
Ankara, 1993, s. 42
Yazışma Adresi:
TUNÇ DEMİRCAN
İstanbul Üniversitesi
Tıp Enstitüsü
Cerrahpaşa - İstanbul
0 212 588 08 80 / Dahili:22810
E-mail: dcan@turk.net
|